16 Mart 2018 Cuma

Türkiye'de devrimci kadın olmanın cezası: İşkencede tecavüz...

0yorum
Asiye Zeybek Güzel, İşçinin Yolu isimli gazetenin bir dönem Yazı İşleri Müdürlüğü'nü de üstlenmiş bir gazeteci. 26 Şubat 1997'de, işten eve döndüğü bir gün evinde karakol kuran polislerce gözaltına alındı.

İki yıl sonra işkenceyle öldürülen Sendikacı Süleyman Yeter'in de aralarında bulunduğu 14 kişi ile birlikte MLKP isimli örgüte üye olmak iddiası ile gözaltına alınan Asiye Zeybek Güzel, 14 gün boyunca gözaltında tutulduğu Emniyet Müdürlüğü'nde hem işkence gördü, hem de tecavüze uğradı.
İşkence ve tecavüz sonucu hakkındaki suçlamaları kabul eden Asiye Zeybek Güzel, polislerin yönlendirmesi ile önce itirafçıların kaldığı Kırklareli Cezaevi'ne ve adli suçluların yanına gönderildi.

Yaşadığı olayın travması yüzünden başından geçenleri tam 8 ay boyunca hiç kimseye anlatamadı.

Bu esnada ailesine daha yakın olan bir cezaevine nakledilme talebi kabul edilmeyen Güzel, bir süre açlık grevi yaptı ve sonunda talebi kabul edildi. Güzel de, Gebze Cezaevi'ne nakledildi.

Güzel, başından geçenleri ilk olarak sekiz ay sonra çıkarıldığı mahkemede anlattı. Güzel'in "İşkencede Bir Tecavüz Öyküsü" isimli kitabı işte bu dönemde yazıldı. Yaşadıklarını, ses çıkartamayanlara ses olması için kaleme alan Güzel travmasını bu kitapla anlattı.

Kitap yayımlandıktan sonra yaşananları da medyadan takip ettiğim kadarıyla ben aktarayım.

Kendisine Emniyet'te gözaltındayken tecavüz eden polisler hakkıdna suç duyurusunda bulunan Güzel’in davası o dönem medyada yankı bulmadı, gündeme gelmedi ve mahkemece takipsizlik kararı verildi.

Karar bir üst mahkemeye gönderildi ancak değişmedi.

Bunun ardından Güzel’in avukatı dosyayı AİHM’e taşıdı. Takipsizliklerin ardından dosya AİHM’de görülmeye başlandı. Bu davada tecavüz sanıkları arasında Polis Müdürü Sedat Selim Ay da yer alıyordu. Dava sonucunda Türkiye, "etkin yargılama yapmadığı gerekçesiyle" mahkûm oldu.

Üstelik, dava ile Türkiye'nin AİHM'de mahkum olmasına yol açan Sedat Selim Ay’ın adının işkenceye ilk karışması değildi. Asiye Zeybek Güzel ve arkadaşlarının gözaltına alınıp işkence görmesinden 11 ay önce, Ay hakkında bir işkence davası daha açılmıştı. Tarih 15 Mart 1996 idi. Polis müdürü Ay'ın da aralarında bulunduğu 5 polis, Atılım gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Çiçek'in de aralarında bulunduğu 8 kişiye işkence yaptıkları gerekçesiyle yargılanmaya başlanmıştı.

2002'de sonuçlanan bu dava sonucunda Sedat Selim Ay'a zamanaşımının dolmasına bir gün kala 14 ay hapis ve 3 ay meslekten men cezası verildi. Ancak 14 aylık hapis cezası ertelendi. Mağdurların avukatları bu kez AİHM'e başvurdu. Ve Strasbourg'daki mahkeme "işkencenin saptanmasına karşın sorumluların cezalandırılmadığı" gerekçesiyle Türkiye'yi mahkum etti.

İşkence ve tecavüz ile ilgili defalarca hakkında dava açılan, Türkiye'nin mahkum edilmesine yol açan Sedat Selim Ay, Temmuz 2012'de İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne sorumlu emniyet müdür yardımcılığına atanınca Asiye Zeybek Güzel de yeniden gündeme geldi. Ak Parti içindeki yönetici poziyondaki bir grup kadının da aralarında bulunduğu pek çok isim Sedat Selim Ay'ın tecavüz davalarını anımsatarak bu atamanın iptalini talep ettiler. Ancak Başbakan Erdoğan tarafından sert bir dille eleştirilen isimlerin bu tepkileri dikkate alınmadı.

Asiye Zeybek Güzel, cezaevinde beş buçuk yıl kadar kaldıktan sonra tahliye edildi. Bu arada kitabı da yayımlanmış ve İsveç'de bir de ödüle layık görülmüştü. Yasal olarak kendi ismine düzenlenen pasaportla İsveç'e giden Güzel, hakkında 12 buçuk yıl hapis cezasının kesinleşmesi üzerine Türkiye’ye geri dönmedi. İsveç’e geldikten sonra ikinci evliliğimi yaptı, kendine yeni bir hayat kurdu. Bu arada çıkan yeni yasalar ve düzenlemelerle hapiste yattığı süre göz önünde bulundurularak cezası infaz edilmiş sayıldı.

Sonuç olarak sosyalist bir gazeteci olarak, örgüt üyeliği iddiası ile tutuklandı, gözaltında işkence gördü, tecavüze uğradı. Devletin kendisine düşman olarak gördüğü insanlara yönelik tavrını gözler önüne seren şeyler yaşadı. Bunları kitabında anlattı. Bu kitap sadece sol/sosyalist çevrelerin işkence/hapishane edebiyatının bir parçası değil, Türkiye'nin önemli bir gerçeğini gözler önüne seren çarpıcı bir anı.

Kurşunların karşılıklı boşa atıldığı bir Düello

0yorum
İlk baskısını 2012'de yapan Düello, Suhpi Varım'ın "Simirna Cinayetleri" adını verdiği serinin de ilk kitabı.
Klasik İngiliz Polisiyesi'nden (hatta isim verelim Agatha Christie'den) esintiler taşıyan kitap, Sultan İkinci Abdülhamit'in istibdat yönetimindeki İzmir'de bir dizi cinayetin nedenini ve katilini araştıran İngiliz bir arkeologun hikayesi. İngiliz arkeolog Ronald Morgan, İzmir sosyetesinin iyi bildiği ve kendisininde de yakın çevresinde yaşayan levantenlerin bazılarının öldürülmesi ile birlikte dedektifliğe soyunuyor. Başına gelen heyecanlı maceralar içinde bulduğu küçük bağlantılar ile katilin kimliğine ulaşmaya çalışıyor.

Ancak kitabın eksileri artılarından fazla. Öncelikle çok karakter var kitapta. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, İngilizler, Fransızlar, Almanlar, Bulgarlar, Osmanlılar, sürekli adı anılan Genç Türkler... Her bir ulus/etnisite neredeyse bir kadın ve bir erkeğiyle Nuh'un gemisine binen hayvan çiftleri gibi romanda arzı endam ediyor. Elbette döneminin İzmir'ini iyi temsil ediyor bu durum. Üstelik hikayenin Osmanlı'ya yönelik bir ticari mesele ile ilişkilendirilmesi de bu durumu bir kat daha gerekli kılıyor belki. Ama birbirleriyle aşk, komşuluk, ticaret, vs. ile ilişki içindeki bu kalabalık insan grubu hikayenin takibini güçleştiriyor. İsimler bir süre sonra birbirine karışıyor. İngiliz olan kimdi, Amerikalı ne iş yapıyordu, Bulgar tamam da Rum olan kimin karısıydı? İngiliz genç kız Fransız kadının arkadaşıydı ama...

Bu durum kitabın ilk 70 sayfasında hiç bir şey olmamasına da yol açıyor. İlk cinayet 70. sayfadan sonra gerçekleşiyor ve aksiyonu düşük ilerleyen kitap bir türlü hızlanamıyor.

Polisiyenin Kraliçesi de denilen Agatha Christie romanlarının işte tam da bu yüzden ilk sayfalarında kim kimdir bölümü yer alır. Bağlantılar, karakterler birbiriyle karışmasın diye kimin kim olduğu daha ilk sayfada liste halinde verilir. Okur romanı okurken bir kopma yaşarsa, öndeki bu sayfaya bakıp bağları tekrar kurabilir.

Düello'nun ikinci eksiği gerçekçiliğin kaybolması. Karakterlerin bazıları örneğin Yıldız İstihbarat Teşkilatının hafiyesi Rıza Kerim ya da Kolağası Tevfik Bey gibi karakterler daha gerçekçi öğelerle işlenmişken, Ernest Malcolm, Sofia Dobrev, Charles Williams hatta baş karakterimiz Ronald Morgan kağıttan kesilmiş oyuncak bebekler gibi. Başlarına gelen olumsuz şeylerin hiç birinden etkilenmeyen, yaşadıkları şeyleri hiç olmamış gibi kenara bırakıp iki saat sonra hayatlarına devam eden tipler.

Hikayenin içindeki pek çok yan unsur onu zenginleştiriyor ama bunlar birbirleriyle ya da final ile anlamlı bir bağ kuramadığı için anlamlarını da yitiriyorlar. Haçlılar ve Tapınak Şövalyeleri kitabın sonundaki maskeli baloda giyilen bir kıyafete bağlanıyor. Simya ve ruhçuluk meseleri sadece boş bir binaya girilmesine imkan veriyor. Silah ticareti finale kadar en az üzerinde durulan mesele olduğu halde tüm cinayetler bu iş ile açıklanıyor. Genç Türkler ise dillerde olan ama ne olduğu bilinmeyen bir mesele olarak kalıyor.

"O yara kanıyor hala..." Kanayan / Erdal Öz

0yorum
Erdal Öz'ün, Türkiye'nin en çok okunan yazarlarından biri olduğuna eminim. "Kalbi solda atan", kendini solcu sayan, sosyalizme inanan kim olursa olsun, Erdal Öz'ün Gülünün Solduğu Akşam kitabını okumuştur mutlaka.

O kitabında 12 Mart muhtırası sonrasındaki sıkıyönetimde yakalanan, işkencelerden geçirilen, yargılanan, mahkum olan, idam edilen gençlerin; Deniz Gezmiş'in, Hüseyin İnan'ın, Yusuf Aslan'ın ve onlar gibi pek çok gencin gerçek hikayeleri anlatılır. İdama giderken Deniz'in hissettikleri bir gazetecinin kaleme aldığı röporajlar gibi okura sunulur.

Ama bence Erdal Öz'ü büyük bir edebiyatçı yapan, aynı yıllarda, aynı olayları, bir yazar olarka kurguladığı karakterlerle anlattığı öyküler, romanlardır. Kanayan o öykülerin bir araya geldiği bir kitap.

Yaralısın romanında kullanacağı ikinci tekil kişi anlatımını galiba ilk kez kağıda geçirdiği "Taş" öyküsü ile başlıyor kitap. Gencecik insanlar biraraya gelip inandığı sloganları attığı, talepte bulunduğu için sokaklarda kurşunlanır, karanlık hücrelerde işkence görürken, kendi bencil kişiliğinden ödün vermeyen toplumun küçük burjuva kesimlerini çok sert bir taş ile yerle bir ediyor bu öyküsünde Erdal Öz.

Onu "Ernesto" isimli ikinci öyküsü izliyor. Che'nin Bolivya'da CIA destekli hükümet güçlerince yakalanıp öldürülmesini anlatan birinci bölümün ardından Orhan Duru'nun bir öyküsü ile güçlü bir şekilde hesaplaşıyor Erdal Öz.

"Kurt", "Güvercin" ve "Sığırcıklar" öyküleri suçu devlete muhalif olmak olanların 12 mart faşizminin karanlık günlerinde gördüğü işkencelere zamansız ve mekansız bir ayna tutuyor. Gördüğü işkencelere değil kendi tutuklanınca hastalanıp ölen Kurt isimli köpeğine ağlayan genç işçi/sendikacı İsa ile biz de gözyaşlarını koyuveriyoruz okurken. Tabutluktan çıkarılıp tek kişilik bir hücreye konan genç adam ile demir parmaklıklı pencereden içeri yanlışlıkla giren güvercin için çırpınıp duruyoruz. Kentin dev ağaçlarında duran sığırcıkların bir bıçak gibi aralarına dalacak çaylakları çaresizce beklemesi gibi, hücrelerinde işkencecilerin gelmesini bekleyenlerden biri oluveriyoruz...

Kitaba ismini veren "Kanayan" ise bambaşka bir perspektif veriyor bize. Gerillaya katılmaya karar veren bir gencin annesi ve babasının ağzından yaşadıkları bir tiyatro oyunu gibi, bir sohbet gibi karşımıza çıkıyor. Bir babanın, bir ananın oğlu için duyduğu kaygının, "sağ yakalanınca sevindim ama arkadaşlarının ölü bedenlerini düşününce bencilliğimden kahroldum" diyen bir annenin ızdırabını bize de yaşatıyor Erdal Öz.

İşte bu nedenle yani işlediği karakterlerin duygularını okuruna hissetirdiği için Erdal Öz gerçek bir edebiyatçı.

6 Mart 2018 Salı

'Siyah Bira' kaç bardakta sarhoş eder?

0yorum
'in romanı, Siyah Bira, Bir Yunan Polisiyesi üst başlığı ile Labirent Yayınları tarafından basılmış bir kitap. 

Kitap, Andreas isimli bir sokak müzisyeninin kendisine bir kaç şişe bira ısmarladığı gece öldürülen arkadaşı Lazarus'un katilinin kim olduğunu öğrenmek için sergilediği çabaları anlatan ve Atina'da geçen bir polisiye.

Kitabın eksileri ve artıları var doğal olarak. 


Hikaye marjinal bir karakterin, zoraki dedektiflik macerası gibi görülebilir. Kahramanımızın, arkadaşının katilinin kimliğini tespit edebilmek için sürdürdüğü araştırmanın verilerini birer birer bizim de önümüze çıkartıyor Danellis. Böylece biz de katilin kim olduğunu, farklı olasılıkları tek tek sınayarak tespit etmeye çalıyoruz. Bu kitabın artısı. 

LEĞENDEKİ SAÇLAR... KİMİN BU SAÇLAR?


Eksilerine gelince. Kitabın çevirisi -ne yazık ki- çok iyi değil. Bu editoryal aşamada üstünden gelinebilecek bir eksiklik. Ama belli ki editörler kitapla çok uğraşmamış. İşin üzücü yanı Polisiye edebiyat için çalışan bir yayınevinin kitaba hak ettiği özeni ve doğal olarak da okuyuca hak ettiği saygıyı göstermemiş olması. Anlatımı zedeleyen, akıl karıştıran yanlış çevrilmiş kelimeler, Türkçe söz dizinine uygun olmayan cümleler... Okur olarak şanslıyız ki çok sayıda değil bu hatalar. Ama yine de göze batıyor. Bir örnek vereyim Lazarus'un evinde banyoya giren Andreas, 'leğen'in giderinde saçlar ve bir jilet görüyor... Leğenin gideri olamayacağına göre söz konusu şey duş yapılan ve adına tekne denilen bölüm olsa gerek. Çevirmen bunu gözden kaçırdı diyelim. Editör ve redaktör böyle hataları görmek için var.

Bir diğer eksi, kitabın güçlü bir finalinin olmayışı. Hatta şöyle diyelim, kitabın finalinin olmayışı. Katilin kimliğini, daha doğrusu olası katil adaylarından hangisinin katil olduğunu öğrenen Andreas'ın bu bilgiye ulaşmak için uğraşıp durduktan sonra ne yapacağını merak ederek sayfayı çeviriyor ve hiç bir şey olmayan bir final ile karşılaşıyorsunuz. Bu eksi, editör ya da çevirmen kaynaklı değil. Yazarın tercihi tabii ki.


GÖÇMENLER VARDIR... İYİ AMA NEDEN?


Atina'da geçen ve bize çeşitli toplu taşım araçları ile Atina'yı dolaştıran yazar Danellis'in kitabın tanıtımında ileri sürüldüğü gibi Petros Markaris polisiyeleri ile Yunan olmak dışında hiç bir benzerliği yok ne yazık ki. Markaris'te gördüğümüz derinlikli politik alt yapı Danellis'in kitabında yok. Politikaya yönelik bir iki gönderme geliştirilmeden bırakılıp es geçilmiş ne yazık ki.  Halbuki kitabın geçtiği günler Yunanistan'da ekonomik sıkıntının politik kaos doğurduğu, sürekli sokak eylemleri ile dolu günler... Kitap boyunca bir iki defa yakınlaşılıp uzaklaşılan mülteciler / göçmenler ile ilgili de bir şey olmuyor kitapta. Yazar belli ki böyle bir durumun farkında, o insanları bizlere de gösterip sonra da gözlerini başka bir tarafa çeviriyor. Tüm bu göçmenler olmasa da kitaptaki hikaye hiç bir şey kaybetmez, olmaları da bir şey kazandırmıyor ne yazık ki. Andreas'ın göçmen sevgilisi yerine bir Yunanlı da olsa, sık sık yemek yemeğe gittiği lokanta bir göçmen lokantası olmasa da olur. Ev sahibesi göçmenler olmasa Yunanlı gençler veya anarşistlerden korkacak mesela... Göçmenlerin ve mültecilerin olmasının hikaye açısından bir katkısı yok en azından. 

Bunun sebebi belki de Danellis'in, 2009'dan beri Türkiye'de / İstanbul'da yaşayan bir Yunanlı yazar olmasıdır. 


TÜRK KAHVESİ VE RAKI MI ελληνικά καφέ  VE ούζο MU?

Bu arada, Türkiye'de yaşaması ile ilgili çarpıcı bir nokta daha var. Kitapta geçen "Türk Kahvesi" ve "Rakı" acaba yazarın tercihi mi yoksa çevirmen/editör tercihi mi diye düşünmeden edemiyor insan. Eğer yazar öyle yazmadı da çevirmen ya da editör tarafından "Yunan Kahvesi" ve "Uzo" yerine "Türk kahvesi" ve "Rakı" çevirisi yapıldıysa çok büyük bir problem olduğunu da söylemeliyim. Yunan ve Türk toplumları arasında bu iki içeceğin ismi ve kime ait olduğu çok tartışmalı olduğu için eğer çeviride böyle bir şey yapıldıysa ciddi bir gaf... Yok bunu yazar Türkiyeli okura bir güzellik yapmak adına böyle yazdıysa o zaman bambaşka boyut kazanıyor bu gönderme... Bunun da altını burada çizmiş olayım.

Son olarak bir not daha. Kitabın ismi Siyah Bira. Başta bunun bir anlamı olabilir gibi geliyor. Ama bu da kitabın isminin Noir bir etki uyandırması dışında anlam ifade etmiyor ne yazık ki... Eğer bir gönderme ise, böyle olduğuna dair okurun anlayabileceği bir işareti yok. 

Her Temas Bir Öykü Bırakır - 1

0yorum
Cenk Çalışır'ın Kafka Okur, Kafa ve 221B dergilerinde yayımlanan öykülerini ve daha önce yayımlanmamış bir kaç öyküsünü içeren "Her Temas Bir Öykü Bırakır" yayınevine göre polisiye bir kitap. Zaten kitabın ismi de ünlü Kriminolog Edmond Locard'ın adıyla anılan Locard Prensibine atıf yapıyor: "Her temas bir iz bırakır." Her ne kadar Locard'ın böyle bir cümleyi dile getirmediği ileri sürülse de adıyla anılan ilke ve Emrah Serbes'in Behzat Ç. karakterini yarattığı ilk romanın isminden dolayı cümle bizlere doğrudan polisiyeyi çağrıştırıyor.

Ancak doğruyu söylemek lazım ki kitap polisiye değil, suç öyküleri içeriyor. Hatta bence kitabın en etkileyici bölümü olan son iki öykü (Kod 13 ve Ketenpere) birer casusluk öyküsü.  'Iskalamak', 'Keşke', 'Çamur' ve 'Işık Köprü' isimli öyküleri ise suç öyküsü bile değil. Yani 15 öykünün sadece 9'u suç öyküsü... Suç öyküsü derken açıkça cinayet dışında suçları da içeren, polisiye olmaktan öte suçu işleyenin duygu dünyasından, gerekçelerinden, suçun işleniş biçiminden yola çıkarak anlatılan hikayelerden bahsediyorum tabi. Polisiye öyküler de birer suç öyküsü olmasına rağmen, Suç  öykülerinin hepsinin polisiye olması gerekmiyor. 

Öyle ya da böyle, yazarın etkileyici bir atmosfer yarattığını, (dergilere yazdığı için olan) sayfa kısıtlamalarına rağmen güzel öyküler anlattığı ortada. Karakterleri geçmişlerini ve yaptıkları eylemlerin saiklerini anlatarak çıkarıyor karşımıza, eylemi tamamlatıp konuyu daha ileri götürmeden bitiriyor öyküyü.

Yine bence hikayelerden bazıları uzun öykü ya da kısa roman olarak tasarlanabilir, geliştirilebilir. 'Valizde kalan mektup' ve 'Çakalların Sırrı' mesela. Belki ileride roman olarak okuruz bunları belli mi olur?

5 Mart 2018 Pazartesi

Gazeteci olanlar mı, gazeteci doğanlar mı?

0yorum
Gazeteciliğin yeniden ve yeniden tartışıldığı günlerde yaşıyoruz. Kapitalizmi doğuran toplumsal şartların ve bir sınıf olarak burjuvazinin ihtiyaçlarından doğan gazete ve gazetecilik, yeni iletişim teknolojilerinin kullanılmaya başlanması ile ciddi bir yeniden yapılanma sürecine girdi. 

Hem dünyada hem de Türkiye’de yaşanan bu süreç bir yandan ‘konvansiyonel medya’ya olan ihtiyaçları ortadan kaldırırken bir yanda da Facebook, Twitter, bloglar, sözlükler gibi yeni medyalarda enformasyon paylaşımının gazetecilik olup olmadığı tartışmasını gündeme getiriyor.

Alışılmışın dışında bir hız ve anındalık ile enformasyonu paylaşan ve yaygınlaştıran internet kuşağı gazeteciliğin yeni versiyonunun kendisi tarafından gerçekleştirildiği görüşünde. Gazete, televizyon ve hatta radyo gibi ‘geleneksel medya’ mensupları ise haber kaynağı olarak kabul ettikleri bu kuşağın editoryal denetimden geçmeden paylaştığı enformasyon bombasının gazetecilik olarak görülemeyeceği fikrinde.

Konunun uzmanı olan iki isim, geçtiğimiz yıllarda RTÜK üyesi de olan Prof. Dr. Korkmaz Alemdar ve Doç. Dr. Ruhdan Uzun tarafından kaleme alınan ve Tanyeri Kitap tarafından yayımlanan Herkes İçin Gazete-ci-lik isimli kitap tam da bu tartışmaların içinde boy gösteriyor.

YAZARLAR AKADEMİSYEN AMA KİTAP BİLİMSEL DEĞİL

Kitabın sıkıntılarını dile getirmeden önce olumlu yanlarını sergilemekte fayda var. Kitap didaktik diline ve bir ders kitabı şeklinde yazılmasına rağmen oldukça akıcı. Yazanlar akademisyen ama kitap bilimsel değil.
 

"TÜRKİYE ÜZERİNDE OYNANAN KOMPLOLAR"

Türkiye’de ve dünyada gazetecilik mesleğinin tarihine, yapılış biçimlerine, etik kodlarına dair pek çok bilgi kitapta yer alıyor. Kitabı okuyup bitirdiğinize nasıl haber yazılacağından, gazetelerin doğuş serüvenine; gazete dağıtımından, web sayfası hazırlamaya; etik değerlere uymaktan, ‘Türkiye üzerinde son dönemde oynanan uluslararası komplolar’a kadar pek çok şeyi öğrenmiş oluyor insan.

Son cümlenin biraz karmaşık olduğunun farkındayım, kısaca açıklamaya çalışayım. Kitap, yazarlarının uzmanlık alanı olan iletişim biliminin pek çok boyutuna dair, 1990’lardan bu güne kadar yazdıkları pek çok metinin bir araya getirilmesi, hatta ne yazık ki editoryal bir okumadan bile geçmeden arka arkaya sıralanmasıyla oluşturulmuş gibi... Bu nedenle sık sık tekrarlara rastlamak mümkün. Hatta o kadar ki, kitapta “Etik” konusu –neredeyse birbirinin tersi analizlere sahip– iki bölümde ele alınıyor.

KİTABI ZATEN YAZIYORDUK, GEZİ PATLAK VERİNCE...

Zaten kitabın yazarlarından Alemdar da kendisiyle yapılan bir röportajda: “Kitap zaten gazeteciliğe giriş kitabı olarak zaten yazılıyordu. Ama Gezi olaylarına rastlayınca içeriğinde bu yeni duruma yanıt veren bir takım bilgiler içerdi, öneriler getirdi” diyor.





Gezi Direnişi sırasında protestocuların saldırısına uğrayan NTV canlı yayın aracı

KİTABA HAKİM İDEOLOJİ: ULUSALCILIK

Bundan daha kötüsü yazarların ulusalcı tavrının kitabın tamamına sinmiş olması. Bundan kastım, kitabın Uğur Mumcu, Hrant Dink gibi “öldürülen gazeteciler” ile birlikte, Yalçın Küçük, Doğu Perinçek gibi “gazeteciliğe yazar olarak emek vermiş bilim insanlarına” adanması değil sadece.

“Türk siyasal yaşamı devrimler ve karşı devrimler olarak nitelendirilebilecek gelgitlerle doludur” diyen (s:189) yazarların bu perspektifi seçimle iktidara gelenleri de, onları devirenleri de karşı devrimci olarak niteleyebilmektedirler örneğin. Sonuçta devrimler ise Atatürk dönemi ve 27 Mayıs ile sınırlı kalmaktadır. Ya da yine yazarlara göre “Türk halkı, sorunlarının çözümü için, Kürtlerin isteklerinin verilmesi gerektiğine inandırılmak istenmektedir. Bunun aslında ABD ve İsrail’in sınırları yeniden belirlenmesi politikası olduğunu halkın görmesi yetmemektedir. (...) Mustafa Kemal’in büyük bir öngörüyle sözünü ettiği karşı devrim ilerlemektedir” (s:195).

Bu ulusalcı analizlerin, “gazeteci olmak için çalışan ve kitabı okuyan genç insanlara” geçmişte neler olduğunu hatırlatmaktan başka bir amacı olduğu da aşikar.

GAZETECİLİK KURSTA ÖĞRENİLMEZ, FAKÜLTESİNE GİDİN
YA DA BOŞVERİN FAKÜLTEYİ, OKULU; KİTABI OKUYUN YETER...


Zaten kitabın içeriğinin bir sıkıntısı da hedef kitlesinin kim olduğuna dair içerdiği kafa karışıklığı... Gazetecilerin uzun süre ‘alaylı’ olmayı ‘mektepli’ olmaya tercih etmelerini, hatta “gazeteci olunmaz gazeteci doğulur” sözünün uzun süre geçerliliğini korumasını eleştiren yazarlara şöyle yazmaktadır: “Günümüzde iletişim fakültelerini küçümsemenin altında büyük olasılıkla bu tutum vardır. Gazetecilik, herkesin istediği zaman yapabileceği bir iş, bir meşgale olarak görünmeye devam etmektedir. Bunun nedeni iletişim fakültelerindeki eksikliklerden çok, büyük kısmı diplomalı bile olsa iletim eğitiminden gelmeyen gazetecilerin suyun başını tutmasından kaynaklanıyor. Onlar gibi düşünenler bugün gazeteciliğin kısa süreli kurslarla öğrenebileceği yanılgısını sürdürmeye devam etmektedirler.”

Ancak bu cümleleri kitabında dile getiren yazarlar, hem böyle düşünüp hem de ismi Herkes İçin Gazete-ci-lik olan bir kitap yazabilmekte; bırakın kısa süreli kursu, kitabı okuyan herkesin gazeteciliğin temellerini öğrenebileceğini ileri sürmekteler.

Hatta yine kitabın giriş bölümünde “Sorunlara duyarlı, dile getirme isteği ve cesaretine sahip herkesin yeni olanaklar kullanarak gazeteci olması mümkün görünüyor” diyebilmektedirler (s:22).

İTTİHATÇILARIN ÖLDÜRDÜĞÜ GAZETECİLER YOK... İSTİKLAL MAHKEMESİ DUYARLI OLUN UYARISIYDI... TÜRKİYE DÜNYA SAVAŞINDA TARAFSIZDI...

Yazarların ulusalcı perspektifleri nedeniyle, İttihat ve Terakki rejiminin sansür, sürgün ve gazeteci cinayetlerine varan tutumuna kitapta yer vermemişler.
Aynı şekilde Kürt isyanı sonrası çıkartılan Takrir-i Sükun Kanununu “gazetecileri rahatsız etti”, İstiklal Mahkemelerinde gazetecilerin yargılanmasını “rejimin duyarlı olunması uyarısı” gibi cümleler ile geçiştirmişler.
İkinci Dünya Savaşı’nda hükümetin tarafsız bir tutum sergilediğini ileri sürmüşler.
WikiLeaks’ten söz edilen bölümde, o belgeleri Türkiye’de yayınlayan Taraf gazetesinden hiç söz etmemişler.
Tüm bunları ideolojik duruşlarından ötürü saymak; kabul etmek değil ama normal karşılamak –belki– mümkündür.

Ancak, kitabın temel tezinin –yazarların hayata soldan baktıkları iddialarına rağmen– “basının dördüncü güç olduğu” şeklindeki liberal tezlerde ileri sürüldüğü gibi ‘gazeteci eğitimini alır, muhabir ve patron etik kurallara uyar, herkes işini kuralına uygun yaparsa, gazetecilik meslek olarak içine düştüğü sıkıntılı durumdan kurtulur’ açmazına mahkûm olmasını kabullenmek mümkün değil. 


Dördüncü Güç Yaklaşımına göre basın/medya demokrasinin ayakta kalması için kamu görevi yapar. Peki kimin demokrasisidir söz konusu olan? Bu sorunun yanıtı verilmez!..

8 Ocak 2017 Pazar

Kapital Manga #2: Engels Kapitalizmi Anlatıyor

0yorum

Kapital Manga eserinin ikinci cildi Marx’ın meta, değer, ücret ve kriz gibi kavramlarını gerçek örnekler eşliğinde üstelik Engels’e anlatırıyor.


Kapital Manga‘nın ikinci cildi, bilimsel sosyalizmin kurucusu Karl Marx‘ın opus magnum’u olan Kapital’i ilk cilt gibi öyküleştirmeye devam ediyor. Marx’ın ideolojisindeki temel kavramlarını, bir peynir fabrikasındaki üretim süreçleri etrafında gelişen çarpıcı bir öyküyle iç içe anlatan manga, genellikle “göz korkutan” bir eser olarak görülen metni geniş bir okuyucu kitlesinin rahatlıkla okuyup algılayacağı bir özelliğe kavuşturuyor.

Japonya’da klasikleri manga olarak yayımlayan East Press tarafından basılan ve Ekim 2009’da Türkçeye kazandırılan ilk cildinin ardından ikinci cilt de dünyada ilgi uyandırmış.
Manga’nın ikinci cildi, Marx’ın ölümünden sonra Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini yayına hazırlamış olan yoldaşı Friedrich Engels‘in anlatıcı olarak karşımıza çıktığı bir metin kurgusuna sahip.

Kapital Manga

Engels, meta, para, kullanım ve değişim değeri, değişmeyen ve değişen sermaye, artık değer gibi kavramları örnekler ile açıklayarak sömürünün nasıl gerçekleştiğini, kapitalist üretim sürecinin nasıl kaçınılmaz olarak bunalımlara yol açtığını, ilk ciltteki gibi peynir fabrikasının müdürü olan Robin ve sermayedar Daniel ve işçi sınıfını temsilen Karl’ın yaşadıkları üzerinden çarpıcı ve anlaşılır bir dille özetliyor.

Robin ve Daniel, peynir pazarına hakim olurken, işlerini büyütmenin keyfini yaşamakta,  piyasaya sundukları yeni peynir çeşidi çok tutulup satışlar artarken, artan talebi karşılamak için krediler alıp  fabrikanın kapasitesi artırır ve  makineleri yeniler.  Her şeyin tıkırında giderken, bir anda patlayan ekonomik krizle fabrikalar kapanır, işçiler kendilerini kapı dışanda bulur, bankalar birbiri ardına batar.


Kapital Manga

Yayınevi kitabın tanıtım metninde, “Kapital Manga, zevkli bir okuma vaat ediyor: Hem Kapital’in pasajları içinde gezinirken aylarını tüketmiş olanlar için, hem Kapital’i okuma hayalini hayata geçirememiş okuyucular için… Hem Kapital’in en temel kavramlarıyla tanışmak isteyen gençler için, hem de genç-yaşlı çizgi roman ve manga tutkunları için…” diyerek doğru bir noktanın altını çiziyor. Kitap kolay anlaşılırlığı ile dikkat çekiyor.


Ancak eksileri de var. İlk cildin küçük boyutu ikinci ciltte Yordam Yayınları Manga serisinin devam eden ölçüsü ile değişecek bu yüzden de birinci ve ikinci cilt yan yana geldiğinde birbirine eşit olmayan boylarda çıkıyor karşımıza.

kapital_manga_04

Ayrıca içerik olarak da metafiziğe, idealizme ve hayal dünyasına karşı çıkması beklenen Marksist dünya görüşünün ele alındığı bir metinde Marx’ın hayaletinin bir anda ortaya çıkması, Engels’i dahi korkutması da gereksiz bir ayrıntıya dönüşmüş. Tıpkı Engels’in para’nın ortaya çıkış hikayesini anlatırken Paranın üzerinde resimlerinin yer alması gibi. Bu sembolizme en çok itiraz edecek olan şüphesiz Engels’in kendisi olurdu herhalde.

Herşeye rağmen Marx ve Engels’in ne anlattığını merak edenler için iyi bir başlangıç kitabı Kapital Manga.

Bu yazı ilk kez 13 Şubat 2016'da manganimeTR.com adresinde yayımlanmıştı.
 

kitaplık cini © 2010

Blogger Templates by Splashy Templates