8 Ekim 2013 Salı

Bir 'Derkenar'ın arkeolojisi

0yorum
Her ne kadar doğum günü hakkında farklı tarihler öne sürülse de Nazım Hikmet’in 3 Haziran 1963 günü Moskova’da öldüğü bilinmektedir. Peki size ‘büyük şair’in aslında 1 Kasım 1948’de öldüğünü söylesem… Birçoğunuzun gülüp geçeceği bu iddia bir gerçeği yansıtıyor. Sıra bu sarsıcı iddianın kanıtlarını sergilemekte.
* * *
Türk şiirinin en güçlü sesi, inandığı sosyalizm ideali uğruna çeşitli davalardan 34 yıllık hapis cezasına çarptırıldı. 13 yılı aralıksız toplam 16 yılını, sevdiklerinden, dostlarından, ailesinden uzakta, Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinde geçirdi. İçerde yeni arkadaşlıklar kurdu, yeni dostlar edindi, yeni aşklara yelken açtı.
Nazım Hikmet, “en sevdiğim kadınım” dediği, belki de en güzel şiirlerini yazdığı Piraye’den de uzak kalmıştı, cezaevinde. 16 yıllık evliliğin sadece ilk üç yılını birlikte geçirebilmişlerdi. Nazım mektuplarında yalnız şiirlerini değil, fotoğraflar, karanfiller ekleyip, resimler çizip, hasretini, aşkını, dertlerini de yollamıştı karısına. Bir de küçük bir defter yollamıştı 1941 yılı başında.
Nazım Hikmet’in “Karıcığıma geç kalmış bayram hediyesi...” diyerek, 1940 yılı Kasım ayında başlayıp 1941 Şubat’ında tamamladığı, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yatarken kendi elyazısıyla doldurduğu, 146 sayfalık küçük boy çizgisiz bir defter.
Bu defterin 52. sayfasında, Bir Eski Mektup başlıklı bir şiir yer alıyor.
Zevcem, /ruhu revanım /Hatice Pîrâyende, /ölümü düşünüyorum […] Belki de birbirimizden uzakta öleceğiz./ Ve haber/çığlıklarla gelecek /Yahut da ima edecekler, /ve kalanı yalnız bırakıp gidecekler… // Ve kalan karışacak kalabalığa.. /Yani efendim, hayat.../ Ve bütün bu ihtimâlât!.. /1900 kaç senesinin /kaçıncı ayı/kaçıncı günü/ kaçıncı saatında?
İşte şiirin tam da burasına başka bir el yazısı ile “1-11-948 de oldu bu iş.” yazılmış.
Bu derkenar muhtemelen Piraye’nin elinden çıkmış. Yani defterin hediye edildiği kişinin. Nazım’ın nerede ve nasıl öleceğini bilmeksizin 6 Ocak 1940’da İstanbul’da yazdığı şiirin yanına yazılmış bu notun hikayesi ise şiirin kendi hikayesinden daha heyecanlı, daha dramatik.
* * *
Kendisini çok etkilemiş olan Piraye ile tanıştıktan kısa bir süre sonra hayatını birleştiren Nazım, zaman zaman başka kadınlarla maceralar yaşasa da karısına –genellikle– sadık kalmış ve özellikle zorlu hapishane koşullarında Piraye’nin mektupları ile ayakta kalabilmişti.
1948 yılına gelindiğinde Dünya Savaşı’nın etkileri azar azar da olsa unutulmaya başlamış, hukuksuzluğun açık bir örneği olan Donanma Davası ile 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılmış Nazım Hikmet’in salıverilmesi de gündemine getirilmişti. İçeride sağlığı giderek bozulan şairin, ruhsal açıdan moralini düzelten şeylerden biri cezaevinden çıkma olasılığının tartışılmaya başlanmasıysa, bir diğeri de kendisini cezaevinde ziyarete gelen “dayı kızı” Münevver’di.
Nazım’a önce birkaç mektup yazan, hatta annesi Celile Hanım’ın isteği ile Nazım’ı telefon ile arayıp konuşan bu genç kuzen, 1948 yılı ekim ayında Nazım’ı hapiste ziyaret etti. O ziyaret bir aşkın bitimi, diğerinin de başlangıcıydı. Nazım artık Piraye’yi sevmediğine, Münevver’e aşık olduğuna karar vermişti.
Bu dönemde yazdığı şiir ve mektuplarla dostlarına olan biteni anlatmaya uğraştı Nazım. Va-Nu ve eşine yazdığı mektuplarda Piraye’yi aldatmaktan duyduğu suçluluğu karısını “sırtından bıçaklamak” olarak nitelerken; Kemal Tahir’e Piraye’yi“aldatmaktansa, onu üzmeği, hem de dehşetli üzmeği, kahretmeyi tercih ettim. Ben de hayli üzüldüm, kahroldum ve olmaktayım” diye yazacaktı.
Nazım dostlarına böyle yazarken, 1948 Ekim’inin son günlerinde kaleme aldığı bir mektubu da karısı Piraye’ye yolladı. 1 Kasım 1948 günü Piraye’nin eline ulaşan mektubunda uzun süredir kopuk olan cinsel yaşamlarının tekrar canlandırılamayacağını, ama yaşamın en güzel yıllarını paylaştığı ve en güzel eserlerine esin kaynağı olduğu için ona minnettar olduğunu ve hep dost kalacaklarını yazmıştı.
Piraye mektup yüzünden birkaç gün odasından dahi çıkamadı. Sonuçta oğlu Memet Fuat’a “Nazım ile Münevver’in arasına giremeyeceğini” söyleyerek durumu kabullendi. Daha önceki bir gönül macerasından sonra Nazım’a “Bir daha böyle bir halt edersen; senin dostun, arkadaşın, ahbabın olarak kalırım; fakat karın olamam artık. Bunu aklına koy” diyen Piraye, neredeyse bir yıl boyunca Nazım’a tek satır yazmadı. Eylül 1949’da yazdığı mektupta ise “Hikmet Bey” diye hitap ederek boşanma davasındaki avukatlarının kimler olduğunu soracaktı.
* * *
İşte yukarıda sözünü ettiğimiz derkenar, –muhtemelen– tam bu sırada o küçük çizgisiz defterin 54. sayfasına yazılmış. Nazım’ın “kalbimin kızıl saçlı bacısı” diye hitap ettiği, onu karşılıksız ve çok seven; en güzel şiirlerinin esin kaynağı, Piraye, kendisine gecikmiş bir bayram hediyesi olarak hazırlanan o şiir dolu defterin, tam da ölüm ile ilgili bir yerine, terk edilmenin, aldatılmanın acısı ile o küçük ama anlamlı notu yazmış:“1-11-948 de oldu bu iş.”
Piraye için sevginin ölümü, sevgilinin ölümü anlamına gelmiş. İşte tam da bu nedenle, Türkçe yaşadıkça yaşayacak olan Nazım Hikmet’in ölüm tarihi 1 Kasım 1948’dir denilebilir.

* * *
O küçük defter “Çankırıdan Pirayeye Mektublar” tıpkıbasım İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından, aslının birebir kopyası ve sadece bin tane olarak basıldı. Koparılıp alınmış bir sayfasından, üzerine yazılan derkenara, cilt bezinden, kağıdına kadar özenle yayına hazırlanmış… Tek kopya olarak Nazım Hikmet tarafından elle yazılan bu defter –neredeyse sadece koleksiyonculara hitap eden yüksek fiyatına rağmen– usta bir işçilik ve yoğun emek harcanarak ilgilenenlere sunulmuş.
Nazım’ın şiir defteri kitaplaştırılırken gözden kaçan birkaç  önemli ayrıntı var. “Çankırıdan Pirayeye Mektublar”  ismi aslında defteri oluşturan altı bölümden ilki. Son bölüm olan “Bursa” ise 1941’de yazılmış. Defterin yazımı Bursa Cezaevi’nde de sürmüş; içinde yer alan 15 şiirin son ikisi Ocak ve Şubat 1941’de Bursa’da yazılmış. Bu durumda defter yayına hazırlayanların iddia ettiği gibi Piraye’ye 1940 yılı Kasım ayında Çankırı’dan yollanmış olamaz.
Bu küçük yanlışa rağmen okumak, şairin el yazısını  görmek ve Memet Fuat’ın “bunu yapmak, çılgın yayıncı  ister” dediği işin nasıl gerçekleştiğini anlamak için ama daha çok koleksiyonlar için kaçırılmayacak bir eser.

ÇANKIRIDAN PİRAYEYE MEKTUBLAR
Nazım Hikmet
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
100 sayfa

Bu yazı 22 Ocak 2011 tarihinde BirGün gazetesi Kitap ekinde yayınlanmıştır. 

7 Ekim 2013 Pazartesi

Bölüne Bölüne Büyüyememek (Türkiye'de Sol Örgütler kitabına dair)

0yorum

Aykol’un Türkiye’de Sol Örgütler kitabı, biçimsel problemleri ve bazı hataları yüzünden tek ayağı üzerinde yürümeye çalışıyorsa da, Türkiye solunun az bilinen ve kafa karıştıran sayfalarına ışık tutmayı hedefliyor.


Türkiye’de solun tarihi, hem ciddi bir merak konusu olması hem de az bilinmesine rağmen, herkesin hakkında konuşmaktan çekinmediği bir alan. Çoğu zaman gizlilik koşulları içerisinde faaliyet göstermeye mecbur kalmış sol örgütlerin kendi tarihlerini yazma fırsatı bulamamaları bir yana, yazılan metinlerin genellikle diğer sol örgütler ya da fraksiyonlar ile “mücadele” gerekçesi ile abartılmış, çarpıtılmış olması da sık karşılaşılan bir başka durum.

Bu nedenler ile solun tarihini merak edenler uzun bir süre anti-komünist kalemlerin propagandif metinlerini okumak zorunda kaldılar. Her şeye rağmen, günümüzde –sayıları gün geçtikçe artan– kimi akademik, kimi popüler çalışmalar siyasetin sol kıyısında neler olup bittiğini bize anlatıyor. TÜSTAV yayınladığı kitaplar ile Türk solunun bilin(e)meyen dönemlerini aydınlatıyor; DİSK, KESK gibi örgütlerin tarihçeleri arka arkaya yayınlanıyor; Türkiye solunun tarihine ışık tutan en önemli çalışmanın –Mete Tunçay’ın Türkiye’de Sol Akımlar kitabı– yeni baskıları yayınlanıyor…

Solun tarihi hakkında bilgi alabileceğimiz eserler arasına son olarak Hüseyin Aykol’un “Türkiye’de Sol Örgütler” başlıklı çalışması eklendi. “Bölüne Bölüne Büyümek” üst başlığını taşıyan kitap, rahat okunan popüler bir metin olması ve derdini kolayca ortaya koyması ile övgüye; içeriği ve biçimsel hatalarıyla da ciddi eleştiriye tabi tutulması gereken bir metin.

Aykol’un kitabı, aynı ismi taşıyan ve 1996’da yayınlanan kitabın gözden geçirilmiş, geliştirilmiş ve genişletilmiş ikinci basımı. Yazarın iki sayfayı biraz aşan kısa Önsöz’de belirttiği gibi; kitabın amacı, kesin sayısını belirlemenin çok zor olduğu sol örgütleri olumlamak ya da eleştirmek yerine, bir katalog halinde okura sunmak. Açıkça ifade etmek gerekiyor ki, Akyol, bu amaca ulaşmış.  Kitap Osmanlı Dönemi, Tek Parti Dönemi, Çok Partili Döneme Geçiş, 1960’lı Yıllar, 12 Mart Sonrası, 12 Eylül Sonrası ve2000 Sonrası Durum başlıklarını taşıyan 7 alt başlıkta sol örgütleri –legal ve illegal ayrımı yapmaksızın– kısa tarihçeleriyle tasnif ediyor. Ardından Kürt Sorunu Partileri ile CHP ve Türevleri başlıkları altında sol örgüt olarak kategorize etmediği bir dizi başka partiyi de listeliyor. Son olarak da Türkiye Solundan Portreler başlığı ile 20 ismin biyografisine yer veriyor. Dizin ve Kaynakça dışında Türkiye Solunun Dört Ana Damarı ve Sol Örgütlerin Çıkardığı Kimi Yayınlar başlıklı iki liste de Eklerbölümünde yer alıyor.

Kitabın bu kısa dökümünden sonra kendi sözleriyle “neredeyse 40 yıldır sol siyaset içinde olan” yazarın çalışmasında eleştirilmesi gereken yerleri de sıralayabiliriz.

Her şeyden önce kitabı oluşturan metinlerin büyük bir çoğunluğuna bir internet taraması ile ulaşmak mümkün. Özellikle portreler başlığı altındaki isimler için yazılan metinlerin, bulunduğu kaynaktan alındıktan sonra hiç edit edilmeden kullanılması bazı fotoğraf altı yazılarının da anlamsız şekilde kitapta yer almasına neden olmuş.

Yazar, sol kavramının içeriğini nasıl doldurduğunu anlatmadığı  gibi; dönemselleştirmeler içinde sözü edilen siyasi hareketlerin nereye oturduğu, gücünün ve etkisinin ne olduğu, örgütlerin neden bölündüğü ve bölünmeler sonrası etkinliğin ne derece azaldığı ya da yön değiştirdiği gibi soruları da yanıtsız bırakıyor.

Kitabı okurken, –yazar bir açıklama yapmadığı için– örgütlerin hangi kritere göre sıralandığına dair ancak tahmin yürüterek sonuca ulaşabiliyoruz. Örgütler bizim tahminimizce kuruluş tarihlerine göre kronolojik olarak sıralanmış. Ancak ele alınan ilk örgüt bile bu sırayı bozuyor. 1920 Eylül’ünde kurulan TKP, 1910 Eylül’ünde kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası’ndan önce yer alıyor. TİP, FKF, TİİKP, TKP/ML, TKP-B, TKP/ML Hareketi, Acilciler, Devrimci Yol, MLSPB,… gibi örgütler de kronolojik sıralamayı ihlal ediyor.

Yazar kitaba hangi örgütleri dahil ettiğini anlatırken İttihatçıların Osmanlı Mesai Fırkası’nı ve Kemalistlerin Resmi TKP’sini neden listeye almadığını açıklıyor. Ancak Amele Fırkası ve Müstakil Amele Fırkası gibi sol örgütler bir yana, mesela –portrelerde ele aldığı– Avcıoğlu’nun partileşmeyen Yön-Devrim çizgisinden de söz edilmiyor.

Merkez solda yer alan (Cumhuriyetçi Mesleki Islahat Partisi, 946’lar Milli Mücadele Partisi, Demokrat Birlik Partisi, Türkiye Kardeşlik Partisi, Türkiye Birlik Partisi, Demokratik Barış Hareketi, Barış Partisi, Sosyal Demokrat Parti, Toplumcu Demokratik Parti, Yeni Türkiye Partisi gibi) siyasi partilerin neden Ekler bölümünde CHP ve Türevleri başlığı altında, CHP, DSP, SDHP, DSHP, 10 Aralık ve TDH’nin yanında sıralanmadığı; HP, SODEP ve SHP’nin neden incelenmediği soruları da yanıtsız kalıyor.

Listede neden yer aldığını bir türlü anlamlandıramadığımız  tek parti ise TÜSİAD eski başkanı Boyner’in kurduğu Yeni Demokrasi Hareketi.

Halen Kürt siyasetine yakın çizgide yayın yapan Günlük gazetesinin yazarı ve okur temsilcisi olan Aykol’un; legal siyaset yapan Kürt partilerini listeleyip, “benim için içinden çıkılmaz haldeki Kürt örgütleri, Kürtçe araştırma yapma şansım olmadığı için bu çalışmamıza alınmamıştır” şeklindeki cümlesi ise; kitabın ismindeki “Türkiye” tanımlamasını ne yazık ki tek ayağı aksak hale getiriyor.

Belki son bir eleştiri de kitabın üst başlığındaki Bölüne Bölüne Büyümek tanımlaması için yapılmalı. Kitapta sık sık tekrar edilen büyüme metaforu ne yazık ki gerçek hayatla örtüşmüyor. Legal ya da illegal örgütler, açıktır ki bölündükçe büyümek yerine küçülüyor, hem nicelik hem de nitelik olarak.

Aykol’un kitabına yönelttiğimiz tüm bu eleştirilere rağmen, Türkiye solunun az bilinen ve kafa karıştıran sayfalarına ışık tutmayı hedeflemenin doğru bir hamle olduğunun da altını çizmek gerekiyor.


Bölüne Bölüne Büyümek
TÜRKİYE’DE SOL ÖRGÜTLER 
Hüseyin Aykol
Phoenix Yayınevi
158 sayfa

Bu yazı 12 Haziran 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır. 

Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları #1 Yeditepe Canavarı

1 yorum
Seyfettin Efendi, Devrim Kunter'in oldukça emek harcayarak, kendi çizdiği, kendi yazdığı ve kendi yayınladığı çizgi roman.  "Olağanüstü Maceraları" alt başlığı, 01 olarak numaralandırılmış olması ve hikayenin finalinde devam sinyali verilmesi dikkat çekici bir seri ile karşı karşıya olduğumuz hissini doğuruyor. 


Ancak Seyfettin Efendi, oldukça postmodernist bir şekilde, Sherlock Holmes'den, Stoker'in Drakula'sından, Vampir hikayelerinden esinlenmiş/etkilenmiş bir hikaye olarak çıkıyor karşımıza.


Çizimler oldukça güzel, ancak derinlikli değil. Renklendirme ve bilgisayar efektleri ile sağlanana sanal derinlik yaratma çabası, ayrıntıları yok etmiş gibi. Seyfettin ve 4 arkadaşı yaşayan karakterler gibi değil, süper kahramanlara gönderme yapan karton tipler ne yazık ki. Birbirleri ile gerilim yaşayan Esat ve Pehlivan İsmail... Dönemine saç kesimi dışında hiç bir şekilde uymayan ve kadın karakter, İfşay-ı Sırr Teşkilatı'nın daha çok Seyfettin Efendi'den ibaret olduğu hissini uyandırıyor. 


Osmanlı/Yakın dönem cumhuriyet tarihine dair göndermeler ise dönem hikayesi olmasına rağmen oldukça kısıtlı. Hatta kimi zaman yanlış...


YAZININ BUNDAN SONRASI SINIRLI MİKTARDA İSPİYON İÇERİR

Osmanlı Matbaacılığına Ermenice bir katkı

0yorum

Ermeni yazar ve yayıncı Teotig, Ermeni basım sanatının çetelesini tuttuğu 100 yıllık kitabı Dib u Dar ile üstü özenle örtülmeye çalışılan gerçekleri gözler önüne seriyor. Ermeni matbaacılar olmasaydı Osmanlı matbaacılığı diye birşeyden söz etmek çok da kolay olmazdı. 

“Dib u Dar” yani “Baskı ve Harf” isimli kitap, üzerinde yaşadığımız toprakların tarihine 100 yıl önceden müthiş bir ışık tutuyor. Ermeni alfabesinin icadının 1600. ve Ermeni matbaacılığının 500. yılı çerçevesinde bundan tam 100 yıl önce yazılıp İstanbul’da yayınlanan, yazar ve matbaacı Teotig’in kitabı, Birzamanlar Yayıncılık tarafından başarılı bir çalışma ile Türkçe’ye kazandırıldı.

Teotig, kitabında basım sanatı ve basının Ermeni kültür dünyasındaki yerini 180 görsel eşliğinde ayrıntılarıyla anlatıyor. Bu sırada Venedik’ten İstanbul’a, Boston’dan Van’a, Kahire’den Bombay’a, 17 ülkenin 95 şehrinde kurulmuş 462 matbaa ve kurucuları hakkında tek tek bilgi veriyor ve “Gutenberg’in öğrencileri” dediği Ermeni matbaacıları tanıtıyor. Bununla yetinmiyor, bir akademisyen titizliği ile kendinden önce bu konuda yapılan çalışmaları listeliyor, onların eksik ve yanlışlarına değiniyor.

Matbaayı “İnsan düşüncesinin en kuvvetli silahı” olarak gören ve “kötülere karşı verilen mücadelelere hizmet etmek ve haksızlıklara karşı gelinmesine yardımcı olmak” için çabalayan Teotig, “eksiksiz” olmadığını hatırlattığı  çalışması ile amacına oldukça yaklaşmış görünüyor.

Peki Türkçe baskısının üzerinden 3 aydan fazla zaman geçmesine rağmen –belki kasıtlı belki de bilinçsizce–  sözü bile edilmeyen kitabın, bizim açımızdan önemi nerede yatıyor?

Teotig’in 1915 yılında yaşanan kıyımdan tesadüfler eseri kurtulabilmesi ve yayıncılık dünyasının envanterini tutmaya 1915’ten sonra da devam edebilmesinde mi? Elbette sadece bu değil.

Hala, matbaanın bu topraklara İbrahim Müteferrika tarafından getirildiğini düşünenler için kabul etmesi zor bir içeriği var kitabın. Teotig’in kitabında andığı bazı Ermeni matbaacılar, Osmanlı basım sanatının kurucuları ve geliştiricileri arasında yer alan isimler. İçlerinde Matbaa-i Amire’de müdürlük yapan, Padişahın özel ilgisine mahzar olup sadece bir defa verilen nişanlar ile ödüllendirilen, hatta Osmanlıca harfleri basıma uygun halde çizen, bunların çeşitli puntolarda dökümünü yapanlar var.

Yani, bazıları için kabul etmek zor olabilir ama, Teotig kitabıyla sadece Ermeni basım sanatına değil, aynı zamanda Türkiye matbaacılık tarihine de ışık tutuyor. Üstelik anavatanı üzerinde yaşadığımız topraklar olan Ermeni matbaacıların Venedik’te başladıkları basım sanatına, İran’dan Hindistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada nasıl ürünler verdiğini sergiliyor.

Kitabın önsözünde Teotig, matbaanın  Gutenberg tarafından icadından 60 yıl sonra Ermenilerin, Hollandalı, Rus, Türk, Norveçli ve pek çok milletten önce kendi kitaplarını bastıklarını hatırlatıp şöyle yazıyor: “Böylesine saygın bir yıldönümü vesilesiyle ortaya konan hiçbir şey, Ermeni matbaacılığının güzelliğini ve mükemmelliğini ortaya koyan çalışmadan daha anlamlı ve güzel değildir.”

Güzellikten söz edince kitabın orijinali ve 100 yıl sonra gelen Türkçe baskısını da bir parça karşılaştırmamız gerekiyor… Türkçe baskını yayına hazırlayan Osman Köker’in söz ettiğine göre kitap 1912 yılında iki farklı kağıda, iki farklı kapak tasarımı ile basılmış. Örnek sayfalardan Ermenice baskısının oldukça süslü olduğu da görülüyor. Köker ve yayınevi ise uzun uğraşlar ile  yayına hazırladıkları Türkçe baskıyı oldukça sade basarken (örneğin her sayfanın üç kenarını çerçeveleyen süslemeler Türkçe baskıda yok), içerideki görsellerden, kapak tasarımına kadar orijinaline uygun olması için özen göstermişler. Birzamanlar Yayıncılık tarafından hazırlanan baskının kapak çalışmasının 100 yıl önceki kapakla aynı olması bile bunun göstergesi.

1915’te yaşanan kıyımın etkisiyle İstanbul’dan Anadolu’nun içlerine sürülen, ölüm tehlikesi altındayken dahi kitabını geliştirebilmek için yeni örneklerin peşine düşen, İzmit’ten karısına kendisini kurtarması için mektup yazan, ama içine “Ciltçi Hayg’ın yanında Hindistan’ın eski tarihi hakkında 1841 yılında Kalkuta’da basılan bir kitap var. Bu çok ender bulunan bir kitap. Ciltçiye parasını ver ve kitabı geri al” yazan Ermeni yazar ve yayıncı Teotig, Ermeni basım sanatının çetelesini tuttuğu kitabı 100 yıllık kitabı Dib u Dar ile üstü özenle örtülmeye çalışılan gerçekleri 100 yıl sonra dahi gözler önüne seriyor. Ona bu müthiş çalışmasından ötürü Türk basım ve basın dünyasının da bir teşekkür borcu var.

“Ermeni matbaacılar olmasaydı Osmanlı matbaacılığı diye birşeyden söz etmek çok da kolay olmazdı” diyerek, hem Teotig’e hem de onun çalışmasını 100 yıl sonra Türkçe’ye kazandıran Osman Köker ve Birzamanlar Yayıncılık’a teşekkür etmiş olalım.


MÜRETTİP ERMENİ KADINLAR 

Dört yüz yıl içinde (1592-1912) tüm dünyada sayısız Ermenice kitap ve gazete basan yaklaşık 460 matbaa açılmıştır. Her birinde ortalama üç mürettip çalışmış olsa bu hesapla Gutenberg’in Ermeni talebelerinin sayısı bin 400’e ulaşır. Bu bin 400 kişilik grubun içinde sadece iki kişi kadındır. Bayan Hayganuş ve Şuşan, Ermeni mürettip bulunmaması sebebiyle son zamanlarda dizgi işinin tahsilini görmüşler ve ünlü babaları Mıgırdiç Portukalyan’ın Marsilya’daki ‘Hay Dıbaranı’ (Ermeni matbaası) adlı matbaasında çalışmaya başlamışlardır.

Armenia adlı gazetenin dört sayfasını  zarif parmaklarıyla kendileri hazırlamaktadır. Böylece hemcinslerine terbiye sınırları içinde ezici bir ders vererek, hiçbir zanaatın Ermeni kadını için zor olmadığını göstermektedirler. Hayganuş aynı zamanda bir ‘linotipist’ olarak, aynı şehirde yayımlanmakta olan ‘La Sémaphoe de Marseil’  adlı Fransız gazetesinde gündelikle çalışmaktadır. Öyleyse yaşasın Ermeni feminizmi!

Teotig, Ermeni Matbaacılık Tarihi, syf. 207 


ERMENİ MATBAACILIK TARİHİ - Dib u Dar
Teotig
Çeviri: Sirvart Malhasyan - Arlet İncidüzen 
Birzamanlar Yayıncılık256 sayfa

Bu yazı 25 Mart 2013 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır. 


 

kitaplık cini © 2010

Blogger Templates by Splashy Templates